Sanatın Varoluşu Hakkında Yorumlamalar

Nisan 05, 2012

Sanat asla yalnızca “sanat” değildir.  


Bir yerlere tutsak olup, kolunu, yakasını/paçasını kaptıran sanat özgür değildir. Evet, “gücün” önünde secdeye kapanıp, aklını/ eylemini/ sorumluluğunu terk edenlerin, egemenin dayattığı “Köle/Efendi” oyununu bozması mümkün değildir.

Tahakkümünden kurtulup, özgürleşmeyen var olmaz, “varlık iddiası” da kocaman bir yalandır…Egemen tahakkümün tarihine başkaldırmayan, özgürleştirici, eyleyiciyi olmayan bir sanat, post-modern, tinselci, mistik bireyselcilikten malûl olmanın ötesine geçemez.

 
Orta yolculuğun, bahanelerin, sinik vazgeçişlerin postmodern zamanlarında, fildişi kulelerinde “derin entelektüel” tefekkürlerle, dünyada yaşanan kıyıma protest/ duyarlı olmama vaaz’ı verenlerin karşısına dikilenleri, çemberi kıranları bekleyen tehlikeler sıralanamayacak, sayılamayacak kadar çokken; dünyanın talan edilmesine sessiz kalan sanat, sanat değildir; ve bu resim için de böyledir kuşkusuz…
   
Kapitalizme mündemiç itaati, özdeşleşmeyi, onaylamayı, benimsemeyi içselleştirip toplumsallaştırarak çoğaltan, “contemporary-art/ çağdaş sanat” dört yanı kuşatıyor…

Evet “çağdaş sanat” dedikleri şeyin; serbest pazar üzerinde yükselen uluslararası sistemin ürünü olduğunu bilmiyor, görmüyor olamazsınız…
  
Söz konusu kastın karşısında da hayatı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen hayatken; yapay kavram ve nesnelerle değil, “hayatı içeren” gerçek olmalıdır “Hayır” diyen sanat…

Köle/efendi diyalektiğini yerle yeksan etmekten yana saf tutan sanatın başlangıç cümlesinde hep ve öncelikle “Hayır” vardır.
  

Tıpkı Gilles Deleuze’nün, “Daha önce düşünülmüş olanın bir adım dışına çıktığınızda, bilinirin ve güven verenin dışında tehlikeye atıldığınızda, bilinmeyen topraklar için yeni kavramlar icat edilmesi gerektiğinde, yöntemlerle ahlâklar çöker ve düşünmek, Foucault’nun bir formülüne göre ‘tehlikeli bir edim’, öncelikle kendi üzerimizde uyguladığımız bir şiddet hâlini alır. Size yöneltilen itirazlar ya da hatta size sorulan sorular her zaman kıyıdan gelir. Ve size yardım etmekten çok sizi öldürmek ve ilerlemenizi engellemek için kafanıza atılan şamandıralar gibidirler. İtirazlar her zaman vasatlar ve tembellerden gelir,”[2]diye ifade ettiği üzere…

Sanatçı itirazları, başkaldırısı ile yaratan, üretendir.
Bunun için finans, borsa, bankalar gibi piyasa değerlerine bağlanan ve hoyratça tüketilen bir şey olamaz “sanat”…
Sanatsal üretimle nesnesi, kavramları yaratılır. Yaratılan nihai kertede bir önermedir; maddi yaşam koşullarında da form değişikliği yaratır.
  
Bir eleştiri ve değerlendirmeyi ortaya koyar. Bu öylesine bir şeydir ki, kendi başına bir amaç değil, araçtır artık: Aslî duygusu öfke, aslî etkinliği de hedef göstermek olan türden…

Bu hâliyle sanat, etkin/etkili olmaktan başka hiçbir açarı olmaması yanında; kendi dilini, sorgusunu kendi rengiyle yaratmak zorundadır da.

Çünkü egemenliğin içine aldığı şeylere hükmedeceğini unutmayan ve -asla- kutsamayan sanat kurar, eleştirir, aşar, özgürleştirir…

Sanat üzerindeki manipülasyonu nihayete erdirmek için özgürce hareket eden/ yaratan öznelere; bunun için de sanatsal eylemlerimize her koşulda eşlik eden özgürlük bilincine, iradesine, cüretine muhtacız; para vermeden kıpırdanamayıp, satın almadan nefes alınamayan cehennemin orta yerinde.
“Ezber bozma”, “yenilenme” nakaratıyla tezgâhlanan postmodern vahşetin her şeyi gerçeğine yabancılaştırdığı atmosferde kapitalizm, dumura uğratıp, felç ettiği bilinçle, sanat dahil her şeyin metalara dönüştürülmesini vaz’eder.
Çünkü kapitalizmin mantı(ksızlı)ğı “ele geçirme” ve baskılama üstüne kuruludur.
Onun için her şey sermayenin işletmeleridir. Kâr amaçlıdır.

Pazarı cazgırlarının, tezgâhçılarının, kapitalist ahlâk(sızlık)ın kollarındadır.
Kapitalist-emperyalizmin “çağdaş sanat”ına mündemiç kültür endüstrisi, pasifize edilmişlere; parça bölük, astarsız yamalı defolu, fragman tadındaki yalanları satarken şöyle haykırır:
Hep muhtaç ve tutsak olun…
Durmadan borçlanın; omuzlarınızdaki yükü artırın; diz çökün…
Siparişler verin. Uysal ve edilgen olun; tüketin…
Derin düşünmeyin, aldırmayın. Boşverin…
İdeolojik olmayın![3]
İsyan etmeyin, asıl önerim boyun eğmenizedir. Balkonda çiçek, evde köpek, kafeste kuş, akvaryumda balık besleyerek hapsettiğimiz hayatlarla yaşayın…
Evcilleştirilmekte beis görmeyin, yaşamlarınızı mülk kıldığınıza endeksleyin…

Alın, satın!
Böylelikle de sanatı aksesuarlaştırıp, “dekoratifleşmesi”yle[4]nitelen meta ilişkilerinin -dipsiz!- çukurunda, “Sanat ile ticaret” iç içe geçerken;[5]Karl Marx’ın, “Metalar paraya aşıktır.” “Birbirimizin gözünde, değişim değerinden başka bir şey değiliz,”[6]diye betimlediği meta fetişizminin “ideolojisiz sanat” çığlıkları ile sanat, sanat olmaktan çıkartılır…
Nâzım Hikmet’in, “Hakiki sanat, hayatı aksettiren sanattır,” saptaması “es” geçilir…
Afşar Timuçin’in, “İdeolojisiz sanat olmaz, ideolojisiz gibi görünen sanat olur… En tehlikeli ideoloji, hiçbir ideolojiye bağlanmamaya özen gösterme ideolojisidir,” uyarısına kulaklar tıkanır…
* * * * *
Sanatın aksesuarlaştırılıp, dekoratifleştirildiği alanlardan birisi de, resimdir…
Rönesans dönemi ressamlarından, Giotto geleneğinden gelen Cennino Cennini’nin ‘Sanat Kitabı’nda, resim sanatıyla ilgili olarak, “Resim sanatı diye bilinen sanat, hem hayal gücünü hem de el işini gerekli kılar; bunun nedeni, Ressamın görevinin görünmeyen şeyleri bulmak ve... onlara elleriyle biçim vermek olmasıdır; böylece sanatçı, var olmayana var olanın görünüşünü vermiş olur,” denir…
  
Aynı konuda Alman resim sanatının öncülerinden sayılan Albrecht Dürer’in ‘İnsanın Orantıları Üzerine Kitap’ başlıklı yapıtında da şunlara dikkat çekilir:
“Pek çok şeyle ilintili olmasına karşın, güzelin ne olduğunu bilmiyorum. Ama onu eserimize dahil etmek istediğimizde, bunun çok zor olduğunu görüyoruz. Güzeli uzaklardan ve enginlerden derlemek zorundayız; özellikle insan figürü söz konusu olduğunda ise o figürün tüm parçalarını öncesinden ve sonrasından toplamak durumundayız.
  


Çoğu zaman biri, iki yüz, üç yüz insan arasında araştırma yapabilir, fakat aralarında kullanılabilecek bir iki güzellik öğesi bile bulamayabilir. Bundan ötürü, iyi bir figür kompozisyonuna varmak istiyorsanız eğer, baş kısmını birinden, göğsü, kolları, bacakları, elleri ve ayakları da başkalarından almak zorundasınız... İyi bir şey, ancak çok sayıda güzel şey arasından çıkartılabilir, tıpkı balın çok sayıda çiçekten toplanması gibi...”
  
Ayrıca “Bir insan neden resim çizer?” sorusu ardından, “Çizerken farkında olsa da, olmasa da önemli bir şey yapıyor. Yeryüzünde kendi açısından gördüğü bir görüntüyü -iyi/kötü- belgeliyor. O gördüğü nesne ve o an, bir anlamda kalıcılaşıyor,”[7]diye ekler Mehmet Esatoğlu… 

Yani kendinden öncekilerin, örneğin mağara duvarlarının izleri üzerinden yol alarak, yenilenen bir yaratıcılık olan resim, bir yeniden inşa ve yorum edimidir.


Bu kadar değil elbette…
“Yazıdan önce resim vardı,”[8]vurgusuyla, “Resim sözcüklerle yazılmaz. Onun dilinin öğeleri, desen, renk, biçim, lekedir. Önünde sonunda iki boyutlu bir yüzeyin düzenlenmesidir resim. Ama bu yüzey, resmi ‘taşıdığı’ andan itibaren, bizimle konuşmaya başlar. Onun dilini okuduğumuz ölçüde,” diye ekler Ferit Edgü de…

 

O hâlde çok ama çok eski(meyen) bir ifade ve düşünüş biçimi olan resim konusunda Joseph Addison’un, “Renkler her dili konuşur”; Marcus Aurelius’un, “Ruh, düşüncelerinin rengine boyanır”; Marcus Tullius Cicero’nun, “Gözler resimle büyülenir, kulaklar müzikle” notlarının altını çizerek, şunları sıralayabiliriz:

i) Resim, görmek istediğini görür ve gösterir. Zihnin algılamaya hazır olduğunu sergiler…
ii) Resmin konuştuğu dil her yerde aynıdır; etkindir, etkileyicidir. Çünkü o, her şeyi görür, gösterir…
iii) Resmin dili, sadece gözlerde değil, yürekte ve beyindedir. Çünkü o, nihai kertede görebilen gözlere değil; çarpan yüreklere ve düşünen beyine aittir…
iv) Resim yaparken umudu olan ressamın yaratı için hemen her şeyi vardır, hazırdır. Çünkü umut, yaratıcı (heyecan duyulan) eylemin ateşleyicisidir. Tam da bunun için ressamın umut ve heyecanları, hayalleriyle bitişiktir.
v) Söz konusu çerçevede ressam için her şeyin ölçüsü insan(lık) ve hayat iken, yaratılanın değeri de insan(lık) ve hayata içkinliğindedir…
Bu da Lee Iacocca’nın, “İnsanlar ekonomik şeyler istiyorlar ve bunun için her fiyatı ödemeye hazırlar,” diye betimlediği kapitalist kokuşmuşluğun orta yerine; Nâzım Hikmet’in, “Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin,” uyarısını göz ardı etmeden; çağı harekete geçirenlerin tarihi yapan insanlar olduğunu; insanî bir eylem olarak yaratmanın tarihi insan(lık) için hayatı estetize ederek yeniden yazmaktan geçtiğini; bu bağlamda da sanatçının “insanüstü” değil, ama insanların içinde onlarla birlikte olmasının “olmazsa olmaz”lığını unutmamaktır.
💮💮💮💮💮💮💮💮💮 

Evet, bunları hatırlatır bana, resim… İlk aklıma gelen; Bedri Rahmi Eyüboğlu, Edward Munch, Fikret Mualla, Leonardo da Vinci, Manet, Monet, Gauguin, Rembrandt, Van Gogh, Chagall, Goya, Manet, Bosch, Raffaello, Cézanne, Renoir, Fernando Botero, Oswaldo Guayasamin, Klimt gibi ressamlar ile…

Ya da “Güzellik fazlalıktan arınmışlıktır,” diyen Michelangelo…Veya “Her zaman yapamayacaklarımı yapıyorum ki, nasıl yapabileceğimi öğreneyim.” “Nasıl yaşamam gerektiğini anladığım gün, nasıl ölmekte olduğumu gördüğüm gün oldu,” diyen Pablo Picasso

Sonra da “O suratlar ki hem birbirine benzer, hem de birbirlerinden apayrı! Hepsinde göz, kulak, burun falan filan var ama parmak izleri kadar apayrı insan yüzleri, insan çeşitleri,” diyen Abidin Dino
Belki de bu nedenle hoşlanırım “psikanalizin babası” sayılan Avusturyalı nörolog Sigmund Freud’un torunu, 20 Temmuz 2011’de 88 yaşında ölen Lucian Freud’den…


William Acquavella’nın, “Lucian Freud, kuşağının en önde gelen figüratif ressamı olarak hem portre, hem de manzara resmine derin bir bakış, drama ve enerji katmıştı,” derken; William Feaver de, Onun için şöyle demişti: “Freud her zaman aşırı uçlara doğru gitmiş, yepyeni bir stil oluşturmuştur.”
  
Robert Hughes’un “Büyük gerçekçi ressam” olarak tanımladığı Freud, sanat dünyasının moda akımlarına yakınlık duymamış, eleştirmen ve koleksiyoncuların gözünden düştüğü dönemde bile gerçekçi yaklaşımından ödün vermemişti.

Pek çok eleştirmen tarafından “itici” bulunmasına karşın, inatla kendi özgün üslubunu geliştiren Freud, en sonunda çağın en büyük ressamlarından biri olarak kabul edilmeyi başarmıştı.

 “Benim resimlerimdeki karakterler otobiyografi niteliğindedir. Umut, hatıralar, hassasiyet ve emektirler hepsi,” diyen O, duraksamadan ekliyordu: “Ben insanları resmediyorum. Gerçek iç dünyalarını yansıtmaya çalışıyorum”!

  • Share:

You Might Also Like

0 Comments